Yaşadığımız coğrafyada çoğunlukla bir teksil malzemesi olarak bilinen keçeyle yıllardır çeşitli çalışmalar yapan Özlem Akman, sokak hayvanları için düzenlenecek bir sergiyle eserlerini sanatseverlere sunacak. İzmir Sosyal Kalkınma ve İşletme Kooperatifi SKOOP ve EGİAD’ın işbirliğinde düzenlenecek sergi 16-17-18 Mayıs boyunca Konak İzmir’deki EGİAD Sosyal ve Kültürel Etkinlikler Merkezi’nde ziyaretçilerini bekliyor.
Bu satırları okuyan herkesin, eserlerin ortaya çıkış hikayesinde kendilerine bir pay bulacağından eminiz. Her ne kadar Özlem Akman kendisine bir “sanatçı” ve çalışmalarına “eser” demek istemese de bu hikaye, aslında hepimizin hikayesi…
Aslında “yüzü olmayan bebekler” Waldorf Felsefesi adı verilen bir eğitim öğretisinden ortaya çıkıyor. Çoğu bezden üretilen bu “ifadesiz” bebekleri aslında hepimiz, hayatımızda en az bir kez görmüşüzdür. Özlem Akman’ın keçelerle bu bebekleri üretmeye başlamasına sebep olan şey içinizi ısıtacak türden:
“Hayatımı evrelere ayırdım, çünkü her önemli olayda biraz daha büyüyoruz. Biz kadınları en çok büyüten ve aynı zamanda en çok korkutan olay da elbette bir çocuk sahibi olmak. Bu birinci evre. Ancak bu sergide birinci evrede yaptıklarımı görmeyeceksiniz, çünkü onları yaptığım dönemde -yaşadığım hislerin de etkisiyle- hiçbir zaman sergileme amacı gütmedim. Bazılarını hediye ettim, birazını da kendim için sakladım. Çünkü bana çok önemli bir zamanı hatırlatıyordu. 2016 yılında oğlum Bora’yı doğurduğum zamanı…”
“O dönemde -şimdi düşününce çok enterasandı- eve her gelen tanıdığımızın, komşumuzun çocuğu bir şeye benzetme çabası vardı. Aslında ben de yapıyordum aynı şeyi, işte “gözler aynı ben, ayakları aynı babası, saç rengini dedesinden almış”... Sonra “Yaaa” dedim kendi kendime “Çocuk hiç kimseye benzemiyorsa yine de sevimeyecek miydik… Tabii ki de sevecektik.”
“Bütün bunları ayıp olmasın diye kimseye söylememezlik ederken, atölyeme aldım keçelerimi, başladım yüzü olmayan bebekler ve aileler çizmeye… Çünkü biz şekillendirmesek onları, onlar bizim gözümüzde yine ‘çok büyük bir aşkla büyütülecek ve bağlancak küçük yaratıklar’ olarak kalacaklardı ömür boyu. İşte bu korkutucu duygularla bir hayli bebek yapmaya başladım. Waldorf denilen bu bebeklerin aslında bir sürü felsefesi, anlamı olabilirdi ancak benim için tek bir manası vardı.”
“Eğer bir fazla ayak altında dolanmazsak çocuklarımız çok daha sağlıklı bireyler olarak ortaya çıkacaklardı. O yüzden Bora’yı hiç kimseye benzetmedim. Neye benzerse benzesin benim tek görevim annelik, ne olursa olsun onu çok sevecektim.”
Özlem Akman’ın keçe çalışmalarındaki “ikinci evre” olarak adlandırdığı bu dönem, oğlunun adını da taşıyan sanat girişimi BORART’ı kurarak sonuçlanıyor. Ancak bu dönemdeki çalışmaları, aslıdna hepimizi evlere kilitleyip dünyayı kalıcı bir şekilde değiştiren pandemiyle başlıyor. Bu sebeple “İkinci evre aslında pek de komik geçmedi.” diyor Akman ve ekliyor:
“Biz evlerimizde görünmeyen bir düşmanla savaşmaya çalışırken dışarıda doktorların, hemşirelerin, bilimin ve bütün dünyanın savaşını izledik. Hatta bu dünyanın ne kadar küçük kaldığını ve ne kadar önemsiz olduğumuzu gördük, dolayısıyla hepimizin ruh hali bozuldu. Belki de bir yılbaşı önce herkes birbirine dünya barışı diye mesajlar verirken, biz kapı önüne çay içmeye bile çıkamaz olduk. Çok acıklı bir halimiz vardı, gülecek bir taraf yoktu, çünkü ölümün gülünecek bir tarafı da yoktur (herhalde).”
Yeni normalin artık yeni olmadığı günleri hatırlarsınız. Kaybettiğimiz özgürlüklerimizin yokluğuna alışırken, aslında doğa özgür kalmıştı. Bizim için korkunç olan bir dizi varyantlar silsilesi, doğa için pek de korkunç değildi artık. Akman’a göre bu dönemde hepimiz “insan olmanın normalliğinden” uzaklaştık:
“Korkarak evlerimizde saklanmak bence işin en korkunç tarafıydı, çünkü bütün özgürlüklerimiz elimizden gitmişti. Normalden çok uzaklaştık. Normallik derken vasat bir normallikten değil insan olmanın normalliğinden bahsediyorum. En büyük lüksümüz artık pencereden bakmak olunca tabii ben de bol bol pencereden bakma lüksümü kullandım ve orada bir şey dikkatimi çekti; doğa kendine gelmişti. Renkler daha parlaktı, gökyüzü daha maviydi, yeşil daha yeşildi… Aslında doğada ne kadar istenmediğimizi ve ne kadar zoraki var olduğumuzu gördüm. Buna şahit olmak acıydı ama yeni bir şey değildi.”
Sergilenecek çalışmalarını anlatırken Özlem Akman erkekleri tenzih ederek “Her kadının ruhunda aslında bir sürü güçlü ve özel kadın yaşadığından” bahsediyor, ancak bu sonuca ulaşırken bu dünyayı paylaştığımız hayvanlardan yola çıkıyor:
“Haddimizi aşan bir insanlık olarak her türlü zararı verirken denize, yeşile ve her tarafa elbette doğanın bizi kusmak istemesi çok normaldi. Gerçek ortaklarımızı da unuttuğumuzu fark ettim, insan bencil bir yaratıktı. Halbuki bu doğada en az bizim kadar hak sahibi, belki de daha fazlasını hak eden hayvanlar vardı. Ancak biz herkesin alanını, hakkını gasp ettiğimiz için tabii ki en istenmeyen canlı bizdik.”
"Oturup doğadan aldığımı doğaya vermek istedim ve hayvanları yapmaya başladım ama elimden çıkan hayvanları daha önce hiç dünya gözüyle görmediğimi fark ettim. Niye bunları yapıyorum diye düşünürken aslında çalışmalarımın bir anlamı olduğunu fark ettim. Biz kadınlardı bu anlam."
“Aynı zamanda hem özgürlerdi hem de yemek yedikleri yere dönerler, yuvalarını ağızlarıyla yaparlar, yavrularını ağızlarıyla beslerlerdi.”
Özlem Akman’ın çalışmalarını paylaştığı BORART Instagram hesabınını buradan takip edebilir, kendisi ve çalışmaları hakkındaki daha detaylı bilgiye BORART resmi internet sitesi üzerinden ulaşabilirsiniz.
Yorumlar (0)