Evrende ışık olsa bile renkler yoktu, bu da kafaları daha da karıştırıyor.
Peki öyleyse ilk renk nasıl oluştu?
Uzaklığını ve derinliğini hâlâ anlamaya çalıştığımız bu evrende, sadece gözle gördüğümüz değil; gözümüzün algılayamadığı X ışınları, gama ışınları ve güçlü radyo patlamaları da var. Tüm bu ışık, bizim için bir sır gibi saklansa da bu sırların bazıları, bilim insanları tarafından keşfedilmeye çalışılıyor.
Araştırmalara göre, evrenin ilk oluştuğu dönemlerde ışığın mevcut olmasına rağmen renkler yoktu. Sıcaklığın o kadar yüksek olduğu bir ortamda, ışık yoğun plazmaya hapsolmuştu. Atomların bir araya gelmesi için çekirdeklerin ve elektronların soğuması gerekti.
O dönemde gözlemlenen evren, kozmik hidrojen ve helyum bulutlarıyla dolu, neredeyse 84 milyon ışık yılı genişliğinde bir alan halindeydi.
Renklerin algılanması, yalnızca ışığın orijinal rengine değil, parlaklığına ve gözümüzün karanlığa duyarlılığına da bağlı. Eğer o ilk ışık anına dönebilseydik muhtemelen bir şömine ateşinin turuncu alevine benzer bir ışık görecektik.
Yaklaşık 400 milyon yıl sonra, ilk yıldızlar belirmeye başladığında bu karanlık evrenin renk paleti de değişti. Parlak, mavi ve beyaz yıldızlar ortaya çıkarken kozmos da yeni bir kimlik kazanmış oldu.
2002’de astronomlar Karl Glazebrook ve Ivan Baldry, evrenin mevcut rengini belirlemek için yıldız ve galaksilerden gelen ışığın ortalamasını hesaplamıştı. Sonuç ise sütlü kahve tonlarını andıran soluk bir ten rengi olarak belirlendi. Bu rengin adı ise “Kozmik Latte”.
Yorumlar (0)