Marie Curie, 1903’te Nobel Fizik Ödülü’nü kazanan ilk kadın oldu ve 1911’de Nobel Kimya Ödülü’nü alarak bu onuru iki kez yaşayan tek kadındı.
Ancak aradan geçen onca yıla rağmen kadınların Nobel Ödülleri’ndeki temsili hâlâ oldukça sınırlı. Bunun altında pek çok sebep yatıyor.
1901’den yana kadınların temsili hep düşük ve özellikle temel bilimler alanında bu eşitsizlik daha belirgin. 1901’den günümüze kadar Nobel Ödülleri, 915 erkeğe ve 66 kadına verildi. Bu da ödüllerin %93’ünün erkeklere, %6,73’nün kadınlara gitmesi demek.
Toplam sayıda; 13’ü tıp ve fizyolojiye, 5’i fiziğe, 8’i kimyaya verilirken 18’i edebiyat, 3’ü ekonomi ve 19’u barış dallarına verildi.
Geçmişte kadınların yükseköğrenime erişimi sınırlıydı ve bilimsel araştırmalara katılımları engelleniyordu. Örneğin; Marie Curie, Polonya’da doktora yapma isteği reddedildiği için Paris’e gitmek zorunda kalmıştı.
Bunun yanı sıra tarihten bir örnek daha verelim. 1944’te Lise Meitner, nükleer fisyonun keşfinde Otto Hahn ile çalışmış ancak Nobel Ödülü sadece Hahn’a verilmişti.
Benzer şekilde, Rosalind Franklin’in DNA’nın yapısının keşfindeki katkıları uzun süre yeterince takdir edilmemişti hatta öldükten sonra fark edilmişti. Bu tür örnekler bir yandan kadınların bilimsel başarılarının tanınmasında yaşanan eksiklikleri de gösteriyor.
Bilim dünyasında erkek egemen bir kültürün varlığı da kadınların başarılarının yeterince fark edilmemesine sebep oldu. Akademik ve bilimsel çevrelerde yeterince temsil edilmeyerek ve aday gösterilmeyerek dezavantaj yaşadılar.
Prestijli araştırma laboratuvarları, tanınmış erkek bilim insanları tarafından yönetiliyordu ve bu da doktora sonrası pozisyonların doldurulmasında kadınlardan daha çok erkeklerin alınmasına yol açtı.
Farkında olmadan taraf tutma, bir yandan kadınların araştırma bulgularını yayımlama ve tanınma kazanma becerilerini de olumsuz etkiledi. Erkekler, kendi makalelerine kadınlardan %56 daha fazla atıfta bulunuyor. Kadınların fikirlerinin erkeklere atfedilme olasılığı daha yüksek hâle geliyor.
Bir de kadınların tek başına yazdığı araştırmaların inceleme süresinin 2 kat daha uzun olması da karşımıza çıkanlardan.
Cinsiyetler arası ücret farkı her sektörde olduğu gibi burada da var. Akademik hayat, iş ve yaşam dengelerini bozarken görev süresi kısıtlamaları da geliyor. Bir laboratuvar ortamındaki çalışma ortamının karşısına ailevi yükümlülükler, çocuk sahibi olmak, aile izni gibi zorluklar çıkabiliyor.
Kişisel bilgi ve fiziksel görünüm yine kadınların iş hayatındaki bir başka engel. Yargılanma daha yüksek, şüphe daha fazla.
Kadınların matematik sevmediği veya fen bilimlerinde iyi olmadığı gibi genel bir kanı da var. Çalışmalar da bunu destekliyor ve aslında kadınların bilişsel yetersizliğinden değil eğitim politikası, rol modeller, kültürel bağlam ve ön yargılar yüzünden bilimden uzak durdukları ortaya çıkıyor.
Algılar ve hayat değişiyor, kadınlar artık bunları yıkmaya başlıyor. Erkeklerin %45’i, kadınların ise yaklaşık %55’i üniversiteye giriyor. Günümüzde biyoloji okuyan kadın öğrencilerin sayısı %70 iken erkeklerin %30’larda.
Bunu Nobel Ödülü alan kadın sayısında yıllara bakınca da görüyoruz. 1901-1920 (4), 1921-1940 (5), 1941-1960 (3), 1961-1980 (7), 1981-2000 (11), 2001-2020 (28), 2021-2024 arasında 8 kadın Nobel Ödülü almaya hak kazandı.
Yıllar öncesinde gelen ön yargılar tamamıyla reddedilmiyor ve bu konuda değişime de gidiliyor. Altı komiteden üçünün başkanlığını kadınlar yapıyor ve tüm komitelerde kadınlar var.
Komiteler, ödüle aday gösterilecek kadınları da belirlemek ve davet etmek için özel çaba sarf ediyor. Gelecek yıllarda da etnik ve coğrafi çeşitliliği göz önünde bulundurarak aday göstermeye devam edeceklerinin de altını çiziyorlar.
Sonuç olarak kadınların Nobel Ödülleri’ndeki düşük temsili; tarihsel, toplumsal ve sistemik engellerin bir sonucu olsa da son yıllarda bu dengesizliği düzeltmeye yönelik her alanda adımlar atılıyor.
2023’te iş gücü piyasasında toplumsal cinsiyet eşitsizlikleri üzerine yaptığı çalışmalarla Nobel Ekonomi Ödülü’nü alan Claudia Goldin de buna verilecek başarılı örneklerden biri.
Bilimin cinsiyet tanımaması gerektiğini ve insanlığın ortak mirası olduğunu da unutmamak gerek diyerek sizin de yorumlarınızı bekliyoruz.
Yorumlar (0)