Şimdilerde oldukça kolay ulaşabildiğimiz bu madde, aslında kendi içinde tahmin edilemeyecek kadar uzun ve çarpıcı bir geçmişe sahip. Keşfedildiği ilk zamanlarda üretiminin ve dağıtımının oldukça meşakkatli olduğu bu vazgeçilmez mineral, o zamanlardan bu günlere birçok evreden geçmiş durumda.
Peki yüzyıllardan beri insanlar için büyük öneme sahip olan tuz nerede, ne zaman ortaya çıktı ve yemeklerimize nasıl dahil oldu?
Tuzun içindeki sodyum iyonları, kan hücrelerindeki sıvının korunmasında, ince bağırsağın besinleri emmesinde ve vücuttaki çok sayıda temel görevin yerine getirilmesine büyük katkı sağlar.
Vücudumuzun üretemediği bu madde için insanlar, tuz ihtiyacını karşılamak amacıyla sürekli bir arayış içindeydi. İlk insanlar bu gereksinimi ilk etapta etten karşıladı ve tarıma geçildikten sonra daha fazla tuza ulaşmak için tuz birikintilerine giden hayvanların izini sürdü.
O zamanlar Çin’in Shanxi eyaletindeki bir gölden tuz elde edildiğine inanan Çinlilerin, bu gölün kontrolü ve tuz tedariğinin devam edebilmesi için bu madde uğruna çeşitli savaşlar yaptığına inanılır. Tuz, o zamanlarda suyun buharlaştığı ve tuz tabakalarının özellikle kurak mevsimlerde açığa çıktığı göllerden toplanırdı.
Eski çağ insanları için ise bu mineral vazgeçilmez bir konumda değildi çünkü dönem içinde her halkın kendine özel tuz kaynakları vardı. Fakat tuzun ticari bir malzeme olarak kullanılmaya başlamasına kadar bu madde, belirli bölgelerle sınırlı kaldı.
Tuzdaki sodyumun, yiyeceklerde bakteriye sebep olan nemi çektiğini ve yiyeceği kuruttuğunu keşfeden bu insanlar, bu yolla et ve balığın uzun süre saklanmasını mümkün kıldı ve bu doğrultuda tuz, bir nevi konserve olarak kullanılmaya başlandı.
Aylık harcamasının yaklaşık %8’ini tuz almaya harcayan halk, bu maddeyi yemeklerine dahil etmeyi denedi ve aynı zamanda tuzlama işlemi için tuzun aşırı kullanımı söz konusu olduğunda bu kişiler büyük cezalara çarptırıldı.
Tuzu dini adaklar için de kullanan Mısırlıların, et ve balığı tuzlayarak saklayan ilk uygularlık olduğuna dair kaynaklar olmakla birlikte; bu besinlerin tuzda saklandığına ilişkin en eski Çin belgeleri MÖ 2000’e ait.
Ayrıca Antik Yunan’da köleler tuzla takas edilir, Romalı askerler genellikle maaşlarını tuzla alır ve “tuzuna değmez” deyimi de buradan gelirdi.
Ayrıca İngilizce “salary” (maaş) kelimesinin anlamı da bu bağlama dayanırdı ve yine “salad” (salata) da tuzun İngilizcesi olan “salt”tan ortaya çıkmış ve bu kelimenin kökeni Romalıların yapraklı yeşillikleri ve sebzeleri tuzlamasından gelmişti.
Orta Çağ ve sonrasında bu değerli madde için büyük meblağlar ödenirdi ve bu noktada tuzu değerli yapan nakliyesinin meşakkatli oluşu ve ticarete dahil oluşuydu. Bunun yanında Romalılar, Venedikliler, Fransızlar, Çinliler ve bu gibi birçok yönetim, savaşlar için para kazanmak amacıyla tuz vergisi getirmişti.
Dönem içerisinde tuz o kadar kıymetliydi ki Afrika’ya kervanlarla tuz gönderilip, karşılığında altın, elmas ve mücevherler alınırdı.
MS 17. yüzyılda çömleklerle Kapadokya’dan Roma’ya kadar gönderilen tuzun, cilde çok iyi geldiği ve aydınlık kazandırdığı bilinmesinin yanında Hipokrat, Galen ve İbni Sina’da bu maddenin kullanımının dertlere derman olabileceğini ifade etmişti.
Tuza Eski Mısır’da kanamayı kontrol altına almak, doğumu hızlandırmak ve göz damlası yapmak amacıyla başvurulurken; Roma’da ise bu mineral deri hastalıklarını, kulak ağrılarını, mantarları ve ödemleri iyileştirmek için kullanılırdı.
Tuzun üretimi, geçmiş zamanlara göre günümüzde oldukça yaygınlaştı ve artık aranan bir madde olmaktan ziyade her daim elimizin altında olmaya başladı. Sodyum ve klor elementlerinden oluşan sofra tuzları, zaman içinde yemeklerimizin aranan bir lezzeti haline geldi ve bu kullanım muhtemelen sonsuza kadar vazgeçilmez olmaya devam edecek gibi gözüküyor.
Yorumlar (0)